Kentsiz Kentleşme

Tarımsal üretimin egemen olduğu toplumsal aşama toprağa dayalı iktidar ilişkilerini geliştirmiş, değiş-tokuş ekonomisinden ticari ilişkilere geçilmesiyle de “burjuvazi” adı verilen bir ticaret sınıfı doğmuştur. Burjuvazinin ortaya çıkışıyla, soya ve toprak sahipliğine dayalı iktidarlar sona ermiş, demokratik düzen yaygınlaşmıştır. Burjuvazi kırsalda üretilen ürünlerin ticaretiyle belli bir gelir düzeyine erişirken, elde edilen bu birikim sanayileşmeyi getirmiş, burjuvazi de “sanayici” şeklinde varlığını devam ettirmiştir.

Sanayileşmeyle birlikte kırsal alanda toprak sahibinin çalışanları, daha düzenli gelir ve yaşam olanakları beklentisiyle fabrika işçiliğine terfi etmişlerdir. Fabrika işçisi başlarda zor çalışma koşulları ve uzun çalışma saatleri altında ezilmiş, ancak daha sonra refah devleti modeliyle “fabrikaların ürettiği ürünleri onlar da satın alabilsin” diye gelir düzeyleri arttırılmış, sosyal güvenceye kavuşmuşlardır. Bu gelir düzeyi, sanayinin yoğunlaştığı alanları cazibe merkezlerine dönüştürmüş, kırsaldan kente göç artmış, aynı zamanda da kentte yaşayanların ihtiyaçları da değişmiştir. Günlük fiziksel ihtiyaçların yanında kültürel ihtiyaçlar da doğmuş, müzeler, tiyatrolar, operalar ve kafelerle kent yaşamı renklenmiştir. Kent gelirinin doğurduğu bu kültürel zenginleşme, kente göçü beklenenden daha hızlı arttırmıştır. Kısacası, gelişmiş ülkelerde kentleşme sanayileşmenin sonucunda yaygınlaşmış, beraberinde de bir kent kültürü geliştirmiştir. Bu kent kültürü kır yaşamıyla kent yaşamı arasındaki temel çizgiyi de oluşturmuştur.

Türkiye’de büyük ölçekli kentler, Sanayi Devriminin ürünü olan Batı Avrupa kentlerinden farklı özelliklere sahiptir. Çünkü ülkede kırdan kente göç sanayileşmeden daha çok hizmet sektörünün gelişmesinden kaynaklanmıştır. Bizde, büyük kentler genellikle, birbirinden izole, kültürel ve sosyal açıdan farklılık taşıyan küçük kasabaların toplamından ibarettir. Dolayısıyla, bir kentlilik bilincinden bahsetmek güçtür. Amerikalı yazar Murray Bookchin’in kitabının adından esinlenerek ülkemizdeki kırdan kente göçü en iyi anlatacak tabir, “kentsiz kentleşme” dir. Anadolu halkı, kendi kimliğini, sosyal ve kültürel duruşunu kaybetmeden göçtüğü kentin içinde yer almakta, birçok sosyal parçadan oluşan kentlerde ise toplumsal bütünleşme sağlanamamaktadır. 

Ülkemizde kent kültürünün yerleşememesinin hem avantajları hem de dezavantajları bulunmaktadır. En büyük avantaj, metropollere göç eden yurttaşların “hemşehri” çatısı altında bir araya gelmesinin, doğal bir sosyal dayanışma mekanizması oluşturmasıdır. Toplumsal yapımızda hemşehrilik önemli bir statüdür. Birbirleriyle ilk defa tanışan insanların neredeyse tamamının birbirlerine yönelik ilk sorusu, “nerelisin?” şeklindedir. Ancak, büyük şehirlere göç eden ve hemşerilik bağlarıyla ortak bir sosyal zemin geliştiren Anadolu halkının büyükşehirlerdeki en büyük handikapı, içinde yaşadıkları kentlere aidiyet duygularının gelişememesidir. Yaşanılan kente aidiyet duygusu, yerel düzeyde demokrasinin gelişimi için çok önemlidir. Çünkü, bireyler kendilerini ait hissetmedikleri kentlerin yönetimlerine de ilgisiz kalabilmektedirler. 

Siyasetin gereği olarak yerel yöneticiler hemşehri derneklerine ilgi göstermekte ve imkanlar ölçüsünde de onları desteklemekte, hemşehri dernekleri de ellerindeki örgütlülük olanağını kullanarak politikada aktif rol oynamaktadırlar. Yerel yöneticilerin bu stratejileri kısa vadede doğru gibi gözükmekle birlikte, orta vadede yurttaşlara, sınırları içinde yaşadıkları kentin bir parçası oldukları bilincinin kazandırılması daha fazla önem taşımaktadır. Bu bilincin kazanılmasıyla birlikte, göçle kente gelen kuşakların yerel yönetimlerden hesap sorma ve yönetime katılma kültürü gelişecektir.