Dere Yatağı mı, Ölüm Batağı mı?

“Dere boyu kavaklar, açtı yeşil yapraklar

Ben sana doyamadım, doysun kara topraklar”

Bu meşhur Giresun türküsü bugün yazılsaydı dere boyu kavaklar değil de “dere boyu yataklar, doldu da taştı binalar” diye başlardı herhalde.

Türkülerimiz dere boyunda kavak olur diyor, kavak olmalı, ağaç olmalı diyor ama biz kavakları kesip ısrarla ve inatla dere yatağına ev yapıyoruz. Nerdeyse her Allah’ın günü bir dere taşıyor, kameralara yansıyan görüntülere bakamayacak kadar korkutucu seller görüyoruz ama dere boyu bina yapmaya devam ediyoruz.

Geçen yıl Giresun Dereli’de, sonrasında Rize ve ilçelerinde sel felaketi, geçen ay Artvin ve Rize’de sel ve heyelan en son Batı Karadeniz’de Bartın, Karabük ve Kastamonu ile Sinop’taki sel felaketi tehlikenin büyüklüğünü bir kez daha gözler önüne serdi. Özellikle Kastamonu Bozkurt’taki manzara yürek ürpertici boyutta bir faciaydı.

Sel felaketlerine gerekçe olarak birdenbire başlayan aşırı yağışlar yanında dere yataklarının imara açılması, kontrolsüz yapılaşma, suyun doğal akışına uygun olmayan yol ve köprülerin inşası, HES’ler yoluyla ağaçların kesilmesi ile dere yataklarının doğal oluşumuna aykırı değiştirilmesi, daraltılması, dere kıvrımlarının yok edilmesi gibi sebepler sayılmaktadır.

Necip Fazıl’ın “Sakarya” şiirinde “kıvrım kıvrım akarya” diye tarif ettiği gibi nehir dediğin, dere dediğin kıvrılarak akar, suyun hızı kesilir, sağına soluna, tarlaya bahçeye, ağaca taşa taşarak gider. Musluktan akar borusuna giden su muamelesi yaparak iki beton duvarın arasına hapsettiğimiz dere, ovadaki asfalt yol gibi bu yeni yatağında adeta derya deniz oluyor, tufan oluyor, taşıyor, yıkıyor, can alıyor.

Siyasiler, sorumlular, sorumsuzlar, uzmanlar, uzman olmayan uzmanlar açıklama yapıyor, açıklamanın sıcaklığı geçmeden yeni bir felâketin haberini alıyoruz.

“Dere yatağına evi kim yaptı, dere yatağını imara kim açtı, dere yatağındaki kamu binalarını kim plânladı, derelerin doğal yatağını kim değiştirdi, niye değiştirdi, neye göre değiştirdi, değiştirirken yıllardır buralarda yaşayanlara “buralarda daha önce hiç sel oldu mu, olduysa nasıl oldu, nereler su altında kaldı, kim öldü kim kaldı…” gibi daha pek çok soruyu sorabiliriz.

Sormasına sorarız da cevap alabilir miyiz, sorumlu bulabilir miyiz?

Büyükşehir sınırları içerisinde daha önce belde statüsünde olan yerleşim yerinde, demirin ton fiyatı 3.600,00 TL iken eski evinin yerinde iki katlı ev yapmak için ilçe belediyesine başvuran amcamız 9 ay sonra ruhsatı aldığında demirin ton fiyatı 8.000,00 TL oldu.

Yola terk yap, yoldan şu kadar çek, komşudan şu kadar çek, her odaya baca koy, girişi şurdan yap, çatının yüksekliği şu olsun, balkon şu kadar olsun diye 80 yaşındaki adamı defalarca belediye imar müdürlüğüne koşturan mevzuatımız dere yatağındaki bu yapılaşmaya mümkün değil izin vermez, vermemiştir.

Sizce de vermemiştir değil mi?

Konfüçyüs’e atfen “deniz suyunun tuzlu olduğunu anlamak için kaşık kaşık içmeye gerek yok, tatmak yeterlidir” derler. Ülkemizin bütün kronik meselelerinde olduğu gibi kaşık kaşık deniz suyu içip her defasında bu tuzluymuş demeye devam ettikçe yeni felâket haberleri almamız kaçınılmazdır.

Bizim yaşımızdakilerden rahmetli Yıldıray Çınar’ın dokunaklı sesinden “Çarşamba’yı sel aldı…” türküsünü dinlemeyen yoktur. Yine bir Giresun türküsünde 

“Adaköy deresi taşmış geliyor
Emine’m gırandan aşmış geliyor
Sallanı sallanı bir hoş geliyor” diyor. 

Demek ki sel türkülere işlemiş, ağıtlara dönüşmüş, Karadeniz’in kaderi olmuş.

İmarı, mevzuatı geçtik hiç olmazsa türkülerimize kulak verelim.